Aynı başlık altında toplanan ve birbirinin devamı olan seri tarzında yazıları okumayı da yazmayı da severim, ama bu başlığın üçüncü yazısını bir türlü sevemedim. Bu başlığın ilk yazısını 4 Haziran tarihinde sizlerle paylaşmıştık. Aradan onca gün, ay geçti; neredeyse Eylül ayını yarıladık; ancak ben hala bu seriye yazmaya devam ediyorum. Neden mi? Belki bir farkındalık da ben yaratabilirim diye; çünkü ilk yazıdan bu zamana kadar geçen sürede değişen tek şey kadın cinayetlerindeki artış oldu. Her gün yine içimiz yandı, her gün yine ellerimizden kayıp giden bir hayat için gözyaşı döktük. Bu durum aslında şunu bize şiddetle gösteriyor: Balık baştan kokar. Balık baştan kokuyor çünkü kadına verilen değerin temelinde bir çatlak var ve biz bu çatlağı onaramadan bu temelin üzerine sağlam bir bina inşa edemeyiz. Bu çatlağı onarmak kolay mı? Ne yazık ki değil; ama bu hiçbir şey yapmadan bir köşede oturacağımız anlamına da gelmez. Yapılması gerekilen şeylerden biri bence öncelikle bu çatlağın nedenlerini biraz kurcalamak olmalı. Haziran ayından bu zamana kadar kendimce bu konuda gözlemler yaptım ve sonuç ne yazık ki içler acısı bir halde. Gözlemlerime göre, bu çatlağın çekirdeğini aslında toplumda yaratılan yanlış “kadın” tanımı oluşturuyor. Kadın sadece evi çekip çevirmek, çocuklarına bakmak vb. gibi görevlerden sorumlu bir “varlık” olarak görülüyor. Hayallerinin peşinden koşan, kariyerine odaklanan, hırslı, çalışkan ve başarılı kadınlar ise çok fazla takdir edilmiyor çünkü onların sorumluluğu olan az önce bahsettiğimiz görevlerden kaçıp sahte bir erkek kimliği altına gizlendikleri düşünülüyor. Örneğin, “para kazanma” konusu her ne kadar günümüzde kadın-erkek her cinsin hakkıymış gibi görünse de insanların bilinçaltlarında hala “eve parayı erkek getirir” düşüncesi yatıyor. Onlara göre erkeklerin evlenmeden önce evini ya da arabasını alması, parasını kazanması ve iyi bir işinin olması gerekirken bu gereklilikler kadınlar için bir “gereklilik” oluşturamıyor çünkü zaten kadının evlendiğinde kocası sayesinde tüm bunlara sahip olacağı düşünülüyor. Bir nevi çalışmanın sadece erkeğe özgü olduğunu, kadının ise çalışma alanının sadece ev olduğunu savunan bir kesim var diyebiliriz bu çatlağın içinde.
Kadın tanımının toplumdaki bu çatlak yapısının içinde var olan, onların fazla okumaması, bir an önce evlenmesi ve çocuk sahibi olması, fazla atılgan ve öz güvenli olmaması vb. gibi kısıtlamalar ile birlikte zaten dar bir kalıba sokulmaya çalışılan “kadın” kavramının sınırları daha da keskinleştirilerek bu çatlak daha da derinleştiriliyor. Buna bağlı olarak güçlü kadınların ötekileştirilmesinin nedeni de aslında zaten sahip oldukları hakları kullanarak toplumun dar kalıplarına kendilerini sıkıştırmamalarından başka bir şey değil. Burada öncelikle olaylara kadın-erkek meselesi olarak bakmak yerine her cinsiyeti birer “insan” olarak görüp ele almak gerekiyor gerekmesine ama fiziksel güç ile bireysel hakları birbirine karıştıran toplumlar için ne yazık ki bu çok zor. Erkeklerin fiziksel olarak güçlü olduğunu düşünerek kadının statüsünü sarsan; onu daha aciz ve alt seviyede gören toplumlarda maalesef ki asırlar da geçse bir ilerleme kaydedilemeyecektir.
Bu yazı serisinin adının “Suç ve Ceza” olmasına karar vermemi etkileyen faktörler de yukarıda bahsettiklerimin tamamıdır aslında. Çünkü kadınların çok değerli olduğundan bahsediyoruz ama onları her zaman bir adım daha geride görerek ileri atılmasını da bir suç kabul ediyoruz. Ceza ise belli… Onları toplumdan soyutlamak, çalışma haklarını elinden almak, değersiz görmek ve daha ileri bir boyut olarak onların yaşama hakkını elinden almak… Bir gün gözümüzü ölümün, acının olmadığı bir dünyaya açar mıyız bilinmez ama eğer istersek bazı şeyleri değiştirebiliriz. Kadınlara olan tutumu, toplumdaki bu çatlağı, kadın-erkek, birlikte onarabilir ve gelecek nesillerimiz için daha sağlam bir temel bırakabiliriz.
Kadınlara armağan değilmiş çok söz, çok şiir var ama bu yazının son satırlarını yazarken Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü geldi aklıma:
“Yeryüzünde gördüğünüz her şey kadının eseridir.”