Sonbaharın en keyifli aktivitelerinden biri de evde film izlemektir. Mısırlar patlatılır, çaylar demlenir, yumuşak ve rahatlatıcı kanepelere uzanılır, dizlere battaniye örtülür ve film keyfine başlanır. Dışarısı soğuk, kalpler sıcaktır. Belki de bütün yaz izlemeyi istediğin ama fırsat bulamadığın filmler vardır ve sonbahar bunlar için bulunmaz fırsattır. Hele bir de sevdiğin insanlarla birlikteysen… Bu arada son dönemlerde daha da popüler hale gelen müzikal filmleri izlemek de ilginç bir seçenek olabilir. Sonbaharın hüznüne müziğin gücüyle karşı koymak gibi. Müzikal filmlerin hala biraz tereddüt yarattığı kesin ama öyle filmler var ki, izlerken koltuğa gömülmek ya da depresyona girmek yerine bu filmler sayesinde enerjiyle dolduğunu hissedebilirsin. Sanki hava güzelmiş de, sen dışarıda neşeyle dolaşıyormuşsun gibi. Dans etmek de serbest!
Grease (1978): Gerçek bir dans klasiği! Hem “Grease” şarkısında vücudunu istemsizce oynatmayacak tek bir kişi bile tanımıyorum. Danny ve Sandy’nin yaz aşkı biter. Okula dönüş başlar. Danny, önceden de mensubu olduğu deri ceketli çetenin başına döner. Sandy de bir çeteye girer. İşin kötüsü, birbirine düşman iki grubun mensubu olurlar. John Travolta ve Olivia Newton-John’un harika dansları için bile izlemeye değer bir film.
IMDb: https://www.imdb.com/title/tt0077631/?ref_=nv_sr_1
Moulin Rouge! (2001): Nicole Kidman’ın güzelliğine ve Ewan McGregor’un oyunculuğuna yürek dayanmaz! Bir şair olan Christian, oldukça sık gittiği gece kulübü Moulin Rouge’daki dansçılardan Satin’e aşık olur. Ancak ortada büyük bir sorun vardır. Çok kıskanç bir karakter olan Dük de aynı kıza aşıktır. Ve onun da Satin’den vazgeçmeye niyeti yoktur. Artık ortada müzikal bir kapışma vardır. İyi olan kazansın! Paris ve kırmızının tonları hiç bu kadar güzel olmamıştı.
IMDb: https://www.imdb.com/title/tt0203009/?ref_=nv_sr_1
Chicago (2002): Rene Zellweger mı Catherine Zeta-Jones mu? Buna cevap vermek çok zor. Çünkü ikisi de bu filmde hem çok şık hem de çok yetenekli. (Oscar’ı alan Catherine Zeta-Jones oldu ama.) Olaylar 1929 Chicago’sunda geçiyor. İki kadın bir hapishanede karşı karşıya gelir. Biri kocasını öldürmüştür diğeri de erkek arkadaşının ölümüne neden olmuştur. Hapishaneden kurtulmanın yollarını ararken bir avukatla tanışırlar. Müzikal oyunculuğu, hırsları ve katil olmaları dışında; bu adam da onların ortak noktası oluverir. Adam Richard Gere’dir…
IMDb: https://www.imdb.com/title/tt0299658/?ref_=nv_sr_4
Les Miserables (2012): Ünlü yazar Victor Hugo’nun aynı isimli edebiyat klasiği “Sefiller”den uyarlanan bu film tam bir baş yapıt. Hugh Jackman, Russell Crowe ve Anne Hathaway’in oyunculukları müthiş çünkü. 19. yüzyıl Fransa’sında geçen film, Jean Valjean olarak bilinen 24601 no’lu mahkumun hayatını anlatır. Eski mahkum, kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışır ama müfettiş Javert her zaman onun peşindedir. Bu arada Fransız Devrimi de yoldadır. Müzikallere karşı bir önyargın varsa, bu film onu değiştirecek.
IMDb: https://www.imdb.com/title/tt1707386/?ref_=nv_sr_1
La La Land (2016): 2016’nın en ses getiren ve en tatlı yapımlarından biri. Öyle ki müzikleri hala çalınıyor, film Oscar’lara doyamadı. Ryan Gosling ve Emma Stone, 50’lerin aşıkları gibi, kalpleri çalmayı başardı. Sebastian ve Mia’nın yolları Los Angeles’ta kesişir. İkisinin de hayalleri vardır ve birbirlerine bunları anlatırlar. Tabii ki müzik aracılığıyla. Sebastian bir caz kulübü açmak, Mia da iyi bir oyuncu olmak istiyordur. Fakat aşk hepsine galip gelir. Ya da biz öyle zannederiz… Yönetmen Damien Chazelle yine yapmış yapacağını.