Az, Çoktur Ya Da Az, Tam Da Şimdi!

Üniversiteyken bir arkadaşım* sıklıkla aynı kıyafetleri giydiğini fark edip dolabındaki diğer giysilere şans vermeye karar verdi. Her gün dolabından bir şeyler seçiyordu ve seçtiği kıyafet daha önce giymediği bir şeyler oluyordu. Aldığı karara düzenli olarak devam ettikten sonra aslında ihtiyacından fazla kıyafeti olduğunu ve uzunca bir süre yeni bir şeyler almasına gerek olmadığını fark etti.

Peki, alışveriş yaptı mı? Bu farkındalığı sayesinde dolabındakileri değerlendirebildi mi?

İşte bu detayı hatırlamıyorum. Yaklaşık on yıl önce yaşanan bu olayı günümüz koşulları ile düşündüğüm vakit cevap kesinlikle evet!

Bu yazıda tüketim çılgınlığından, bu çılgınlığı bize göstermekten bir saniye bile geri durmayan reklamlardan ya da sosyal medyadan bahsetmeyeceğim. Hepimiz bu durumun farkındayız. Ama somut adımlar atabiliyor muyuz? Emin değilim.

Bu anım, yakın zamanda izlediğim bir belgesel sayesinde aklıma geldi ve bağlantılı-farklı konuları da peşinden sürükledi. Ben de bunu bir yazıya dökmeye karar verdim.

Less is more! ya da Less is now! Hangisi?

Bence ikisi de.

Yani “Az, çoktur!” ve “Az, tam da şimdi!”

“Less is more” tasarımın temel ilkelerinden biridir ve bu cümleyi üniversite eğitimimin ilk döneminde öğrenip sonrasında da çokça duydum. Aslında bu ilke, temel bakış açısı olarak benimsenebilir ve hayatın her alanına rahatlıkla uygulanabilir.

Bir isim koymadan uzun süredir aklımda olan bir şey vardı: Kendi evimi kurarken sadelikten yana olacak ve elimden geldiğince ihtiyacımın dışına çıkmayacaktım. Tüm bunları düşünürken listemde bulunan bir belgesel yeniden karşıma çıktı: Less is now!

Kendilerine minimalistler diyen iki arkadaş The Minimalists: Less is now isimli belgeselde, eşyalara karşı benimsedikleri yeni tavırla değişen hayat hikâyelerini anlatıyor. Ayrıca bu konuda kitapları da var. Peki, neden hayatlarını değiştirme kararı verdiler?

Yanlış neredeydi?

Güzel bir eve, iyi bir işe sahiptiler. Başarılıydılar. İstediklerini alabiliyorlardı. Ama mutsuzdular?

Neden?

Eşyalara çok fazla önem veriyorlardı. Gördükleri her şey hayati ihtiyaçlarıymış gibi alıyorlardı. Eşyalar hayatlarına değer katacak ve onları “mutlu” edecekti. İşte yanlış tam da bu noktada başlıyordu.

Düşünün: Yorgun bir iş gününün sonu. Piliniz bitmiş gibi hissediyorsunuz. Bir de canınız sıkkın çünkü patronunuz o gün hiç hak etmediğiniz halde sizi azarlamış ve kendinizi ifade etmenize de izin vermemiş. Tabi iş arkadaşlarınız da olanlara şahit.

Bir an önce bu hislerinizden kurtulmanız gerekiyor. Ne yapabilirsiniz?

Aklınıza ilk gelen güzel bir yemek. Sonra? Belki alışveriş.

Bir alışveriş merkezine gidiyorsunuz. Ayaklarınızı sürüye sürüye mağazalar arasında dolaşıyorsunuz önce. Sonra bir mağazaya giriyorsunuz. Büyük bir indirim yapmışlar: Belirlenen miktarda alışveriş yaparsanız fazladan indirim yapılıyor ya da üç tane ürün alırsanız bir tanesi bedavaya geliyor.

Sonuç ne?

Elinizde birkaç poşetle mağazadan çıktınız. Yüzünüz gülüyor az da olsa. Günün sıkıntısını atmaya başladınız sonunda.

Devam edersiniz değil mi? Hadi dürüst olun. Cevap: Evet!

Alışveriş yaparken sordunuz mu: “Aldıklarıma gerçekten ihtiyacım var mıydı?”

Hayır.

Aslına bakarsanız gününüzün kötü geçmesine ya da büyük indirimler yapılmasına ihtiyacınız yok. Kendinizi mutlu etmek istiyorsanız ve sıkıntı anlarında alışveriş yaparak keyfinizi yerine getirmeye alıştıysanız, elbette yine bu yolu tercih edeceksiniz.

Kendi kendinize pekiştirdiğiniz bu yöntemi nerden öğrendiniz?

İç sesiniz doğru söylüyor, farkına varıyorsunuz yavaş yavaş. İster televizyonda olsun, ister sosyal medyada görün, tüm reklamlar size bunu söylüyor: Al ve mutlu ol!

Fakat şöyle bir gerçek var: Herkesin aynı şeyi söylemesi o şeyi doğru yapmaz.

Bu mutluluk ne kadar süre devam ediyor? Bir saat, bir gün ya da en fazla bir hafta. Sürekli bir şey değil yani.

İnanın bana, sahip olmak sizi beklediğiniz kadar mutlu etmez. Anlık bir memnuniyet sağlar elbette ama sonrasında beyin başka mutluluk kaynakları aramaya yönelir. Bu, o alışveriş sırasında da olabilir daha sonrasında da.

İşte minimalistler de bunun farkına varıyor ve eşyalarından kurtuluyorlar.

Onlar başarmış peki biz nasıl yapacağız?

Yeni bir şey almadan önce ya da evinizdeki eşyaları azaltmaya karar verdiyseniz kendinize şu iki soruyu sorabilirsiniz:

Bu eşyaya ihtiyacım var mı? Bu eşya hayatıma değer katıyor mu?

Bir anda sahip olduğunuz her şeyden kurtulmanız elbette ki imkânsız çünkü onları biriktirirken de bir alışkanlık dâhilinde yol aldınız ve bilindiği üzere alışkanlıklardan da öyle bir anda kurtulamayız.

Bu konudaki “Minimalism: A Documentary About the Important Things” isimli belgeselde bu yola nasıl çıkacağımıza ilişkin bir öneride bulunuluyor:

Her gün, ihtiyacınız olmayan bir eşyadan kurtulun!

Bu da evinizden bir ayda otuz eşyanın azalması demek. Üstelik ihtiyacınız olmayan bu eşyaları gerçekten ihtiyacı olanlara verebilirsiniz. Ya da satabilirsiniz. Tabi o parayla yeni bir şeyler almamak şartıyla!

Yine beraber düşünelim: Uzun bir süredir giysi dolabınızın dağınıklığından ve aradığınız şeyleri bulamamaktan şikâyetçisiniz. Diğer yandan eskiyen ya da üzerinize olmayan kıyafetlerinizden kurtulmak istiyorsunuz. Her gün on dakikanızı ayırıp dolabınızın bir bölümünü toplayabilir ve ihtiyacınız olmayan bir kıyafeti ayırabilirsiniz. Düzenli olarak bu işleme devam ettiğinizde dolabınız tamamen toparlanacaktır hatta dolabınızın bazı rafları boşalabilir.

Diyelim ki kıyafetlerinizden hemen vazgeçmek istemiyorsunuz. Düşündüğünüz ayıklama işi zor geliyor. O zaman da yazımın başında anlattığım gibi her gün farklı şeyler giymeyi deneyebilirsiniz.

Dolabınızın derinliklerine indikçe başlangıçta zor gelen ayıklama işi aklınıza yatmaya başlayabilir.

Her gün on dakika ve bir eşya. Kulağa çok kolay geliyor. Ben de bugünden itibaren denemeye başlıyorum, yeni bir ev kurmayı beklemeden.

Siz de denemeye var mısınız?

Yazar: 7-Circle

Written by Altan Yiğit

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir