Çağımızın en yeni bilim dallarından olan moleküler biyolojinin temelini atan ve günümüze kadar öneminin artarak gelmesini sağlayan gelişme şüphesiz ki DNA yapısının keşfedilmesidir. Gel şimdi beraber DNA’nın yapısının keşfedilmesinin asıl hikayesine bir göz atalım.
Takvimler 25 Nisan 1953’ü gösterdiğinde bilim dünyası Nature dergisinde yayınlanan bir makaleyle çalkalanıyordu. DNA’nın moleküler yapısını açıklayan bu kısa makale James Watson ve Francis Crick tarafından yayımlanmıştı. Çok geçmeden Watson ve Crick dünyaca ünlü bilim insanlarının arasına adlarını yazdırmışlardı. Günümüzde ders kitaplarında ve diğer kaynaklarda DNA yapısının kâşifleri olarak Watson ve Crick isimleri geçiyor ve bu DNA modeline de Watson-Crick modeli deniyor. Ne var ki, bilim dünyasında çığır açan bu keşif sadece Watson ve Crick’in çalışmalarından ibaret değildi. Elde ettiği bulgularla DNA yapısının belirlenmesinde çok büyük katkısı olan bir bilim insanı var ki bugün birçok kişi tarafından adı ve hikâyesi bilinmiyor: Rosalind Franklin.
Franklin 25 Temmuz 1920’de Londra’da dünyaya geldi. İngiltere’de fizik ve kimya eğitimi veren bir kız okulundan mezun olduğunda hayalini belirlemişti: Bilim insanı olmak istiyordu. Onu yüksekokula göndermek istemeyen babası, Franklin’in kararlılığı karşısında fikrini değiştirecekti. Cambridge’de fiziksel kimya eğitimi alan Franklin 1941’de mezun oldu. Mezun olduktan sonra İngiltere’de ve Fransa’da kömürün kristalografisi üzerine çalışmalar yaptı ve fiziksel kimya dalında doktora derecesi aldı. 1951’de X ışını kırınımı uzmanı olarak King’s College’da çalışmaya başladı. Maurice Wilkins ve Raymond Gosling, King’s College’da 1950’den beri DNA ile ilgili çalışmalar yapıyordu fakat DNA’nın X ışını kırınım resmini elde edemedikleri için bu çalışmalar sonuç bulmuyordu. Bir uzmana ihtiyaç duymuşlardı ve Franklin bu iş için biçilmiş kaftandı. DNA üzerine çalışmalar yapan Franklin, DNA ipliklerinin ıslatılma oranına göre farklı X ışını kırınım modelleri oluşturduğunu keşfetti. Daha az ıslatılmış DNA’ya Tip A, daha çok ıslatılmış DNA’ya Tip B adını verdi.
1951 Ekim ayı başlarında James Watson ve Francis Crick Cambridge Üniversitesi’nin Cavendish Laboratuvarı’nda tanıştılar. Watson biyokimya doktorası almıştı ve biyokimya üzerine araştırmalar yapmak için Cambridge’e gelmişti. Crick ise fizik bölümünden mezundu ve 2 yıldır Cavendish Laboratuvarı’nda DNA üzerine çalışmalar yapıyordu. Kısa sürede birbirleriyle anlaşan ikili beraber çalışmaya başladılar.
Watson’ı DNA konusunda heveslendiren ilk kişi Maurice Wilkins’ti. Gittikleri bilimsel toplantılarda ve yemeklerde sık sık DNA üzerine konuşuyorlardı. Wilkins ona X ışını çalışmalarından bahsediyordu. Eşit şartlarda çalışmalarına rağmen ‘asistanı’ olarak tanıttığı Rosalind Franklin’in elde ettiği A tipi DNA resimlerini Watson’a gösteriyordu. Watson’ın 1968’de yayımladığı kitabı ‘İkili Sarmal’ da anlattığına göre Franklin katı, uyumsuz bir feministti ve Wilkins’le anlaşamamalarının sebebi buydu.
Watson ve Crick DNA’nın moleküler yapısını kavramak için en uygun yolun modelleme olduğunu düşünüyorlardı. Laboratuvardaki modelleri kullanarak çalışmaya başladılar. Fakat DNA’da bulunan şeker, fosfat ve bazları birbirine nasıl bağlayacakları ve DNA’nın şeklinin nasıl olduğu konusunda bir türlü karar veremiyorlardı çünkü çok fazla alternatifleri vardı. Watson bunun hakkında İkili Sarmal ‘da şöyle yazmıştı: “Model inşa ederken bazları içeri yerleştirmedeki isteksizliğimin, kısmen, bu türde sonsuz sayıda model inşa edilebileceği kuşkusundan kaynaklandığını fark ettim.”
O dönemde DNA’nın yapısını keşfetmek için çalışan yüzlerce bilim insanı vardı. Linus Pauling de bunlardan biriydi. Çok tecrübeli bir bilim insanı olduğu için DNA ile ilgili makalesini yayımladığında Watson ve Crick her şeyin bittiğini düşünüyorlardı. Makaleyi ilk okuyan Watson oldu ve birkaç dakika sonra olduğu yerde donakaldı. Watson’ın deyimiyle dünyanın en dirayetli kimyacısı Pauling, büyük bir kimyasal hata yapmıştı! Bu hatayı Wilkins’e söylemek isteyen Watson King’s College’a gitti. Koridorda konuşurlarken Wilkins bir yandan Franklin’in çalışmalarını Watson’a anlatıyordu. Franklin’in yeni bir üç boyutlu DNA biçimi için kanıtları vardı. Wilkins Watson’a B tipi DNA resmini getirdiğinde Watson’ın kafasında şimşekler çakmıştı. Yıllar sonra o an için “Resmi gördüğüm anda ağzım açık kaldı ve kalbim deli gibi atmaya başladı” diye yazacaktı.
Rosalind Franklin’in elde ettiği A tipi ve B tipi DNA’ları karşılaştıran Watson ve Crick artık DNA’nın sarmal yapıda olduğunu, çift zincirli olduğunu, içerdiği su miktarını biliyorlardı. Kısa süre içinde Franklin’in deneysel verilerini kullanarak DNA modeline son şeklini verdiler ve makalelerini yayımladılar. Makale bütün dünyada yankı uyandırdı.
Sürekli X ışınlarını kullanarak deneyler yapan Rosalind Franklin, 1956’da yumurtalık kanserine yakalandı. 16 Nisan 1958’de henüz 37 yaşındayken hayatını kaybetti.
1962’de James Watson, Francis Crick ve Maurice Wilkins Nobel Tıp Ödülü’nü paylaşırlarken kimse Rosalind Franklin hakkında tek bir kelime bile etmedi. Franklin’in değeri ancak ölümünden yıllar sonra anlaşıldı. Bilim camiasından bazı insanlar Franklin’in o dönemde haksızlığa uğradığını ve çalışmalarının değerinin bilinmediğini söylediler. Bunun üzerine Watson İkili Sarmal kitabının yeni baskılarında özür mahiyetinde bir son söz yayımladı. Franklin hakkında ilk izlenimlerinin yanlış olduğunu, onun çok akıllı bir kadın olduğunu yazdı.
Watson’ın davranışı ne kadar samimiydi bilinmez ama bu olay önemli bir gerçeği gözler önüne seriyor. Birçok bilim kadını önemli çalışmalar yapmış olmalarına rağmen tarihte adları geçmedi veya Rosalind Franklin gibi küçümsenip eleştirildiler. Günümüzde de bilimin erkeklerin tekelinde olduğu görüşü hala toplum tarafından benimseniyor ve kadınlar eril kültürün etkisiyle bilime yönelmekten kaçınıyorlar. ‘Bilim adamı’ ifadesinin yaygın olarak kullanılması bilimin yalnızca erkeklere özgü olduğu düşüncesini yansıtıyor. Bu noktada biz kadınlar dayanışmalı, haklarımıza sahip çıkmalı ve ataerkinin karanlığında bilimin ışığıyla yürümeliyiz.