Tarihin tozlu sayfaları aralandığında, asırlar öncesinden günümüze gelene kadar insanların suç işlemeye olan eğilimlerini görmezden gelmek, bardağa dolu tarafından bakmanın yanlış anlaşılmış bir versiyonudur sadece. Her ne kadar görmezden gelinilse de “suç işlemek” her toplumda kabul görmeyen ve ayıplanan bir durumdur. “Suç” kelimesini biraz derinlemesine ele aldığımızda çok farklı çeşitlere ayrılabildiğini görmekteyiz. Örneğin; cinayet, çevre suçları, dolandırıcılık, kan davası, kundaklama, mali suçlar, saldırı, şiddet vb. şekilde daha da fazla kategoriye ayırabiliriz bu kavramı. Bu suç türlerinin ortak noktası, bireyin/bireylerin kendi hür iradeleriyle bu yolu seçmesi ve uygulamasıdır.
Buna ek olarak, hür irademizle seçemediğimiz ve toplumun çoğu kesimi tarafından “suç” olarak algılanan başka bir kavram daha karşımıza çıkmaktadır: Kadın olmak. Belki bu bazılarına göre sert bir üslup, kesin bir yargı gibi gelebilir ancak her ne kadar toplum içerisinde kadın olmanın suç olması dile getirilmese de davranışlarla ortaya koyulmaktadır. Bunu tabii ki de herkesi içine alarak söylemek yanlış olur ama bazı kesimlerde kadınlara karşı olan olumsuz tutum ve davranışlar maalesef ki devam etmekte.
Geçmiş zamanlar biraz kurcalandığında aslında bu “bazı kesimler” in tarih boyunca hep var olduğu bariz bir şekilde ortada. Antik Japonya’yı ele alalım mesela. Antik Japonya’nın en fakir toplumsal kesimini çiftçiler oluşturmaktaydı. Yokluk içinde hayatlarını sürdüremeyen aileler bir boğazın sofradan eksilmesi için çocuklarını öldürmeyi seçiyorlardı ve ilk önce gözden çıkarılanlar da kız çocukları oluyordu, tıpkı Araplar ve Romalılarda da olduğu gibi. Japonya’dan Mısır’a gidelim yolumuzu değiştirip. Antik Mısır’da da erkekler öldükten hemen sonra mumyalanırken güçlü ve güzel kadınlar üç veya dört gün çürümesi için bekletildikten sonra mumyalanırdı. Kulağa ne kadar saçma geliyor değil mi? Çok eskilerde kalmış çağ dışı düşünceler gibi görünse de günümüzde de başka formlarda devam etmekte aslında kadınlara olan bu tutum.Bazen bir kadın cinayeti haberinde bazen de bir kadının gözyaşlarında… Asırlarca devam eden, üzerine yorumlar yapılan ama sonu gelmeyen bir tutum…
Bunun nedeninin kültür ve toplumdaki kız-erkek çocuğunun yetiştirilme tarzı olduğunu düşünüyorum. Kız çocuklarına erkeklerin onlardan daha üstün olduğunu empoze ederek onların kendilerini daha aşağıda görmesine, onlar daha çok küçükken, neden oluyoruz. Bu düşünce tarzı içerisinde büyüyen bir kız çocuğunun ileride kendi ayakları üzerinde durabilen, kendini kabullenip sevebilmiş ve öz saygısı olan bir kadın olmasını nasıl bekleyebiliriz ki? Onları kısıtlayarak, belirli kalıpların içerisine koyarak büyütüyoruz: “Sen yemek yapmak zorundasın, bu senin görevin”, “Toplum içinde çok fazla kahkaha atamazsın, ayıp”, “Bulaşıkları tabii ki sen yıkayacaksın erkek adam mutfağa mı girer?”, “Çocuk mu kariyer mi?” vb. gibi dayatmaların içinde bırakın bir kız çocuğunu, aklı başında bir kadının bile kendini ötekileşmiş hissetmemesi imkânsız.
Toplumun kadından sürekli bir beklentisi var onun varlığını hiçe sayacak bir şekilde. Bunlardan kurtulabilsek ne kadar özgür ve ne kadar “olduğumuz gibi” olabilirdik düşününce… Kadın ve erkek arasındaki farklılığı tabii ki de kabul etmek gerekir. Farklı hormonlarımız, fiziksel gücümüz, biyolojik yetilerimiz var ancak bu kadın ya da erkeği birbirinden üstün ya da düşük yapmaz ki. Aslında bu konuda sadece kız çocuklarına değil erkek çocuklarına da çok beklenti yüklenerek onlar da olduklarından farklı bir kalıba sokulmaya çalışılıyor. Onların bale gibi sanatlara yönelmesini istemiyoruz çünkü “erkek adam” a yakışmaz ya da kız gibi ağlamasını istemiyoruz çünkü her zaman sert durmalılar; onlar erkek ve bir ağırlıkları olmalı. Hassaslıktan, zayıflıktan korkmalarını öğretiyor; sert adam maskesinin arkasına saklanmalarını istiyoruz. Chimamanda Ngozi Adichie, TEDTalks’ta yaptığı konuşmasında ne kadar güzel ve açık bir şekilde değinmiş bu konuya:
“Sert olmaları gerektiğini hissettirerek erkeklere yaptığımız en büyük kötülük ise onları çok kırılgan egolarla baş başa bırakmamız. Bir erkek ne kadar “sert erkek” olmaya zorunlu hissederse egosu da o kadar kırılgan oluyor.”
Kızlarımızdan istediğimiz ise erkeklerin bu kırılgan egolarını incitmemeleri. Bu nedenle de bir kızın bir erkekten daha başarılı olmasını, daha fazla para kazanmasını, daha iyi bir konumda olmasını istemiyoruz. Mutlu evliliklerde bile hep erkeğin daha fazla kazanan, daha özgüvenli olan, daha eğitimli olan taraf olduğuna inanıyoruz. Kadın kendine güvendiğinde, kariyer yaptığında, eğitimine devam ettiğinde de pek hoş görmüyoruz onu ve hemen kötü etiketler yapıştırıyoruz çünkü bize öğretilen “kadın” kavramının dışına çıkamıyoruz. Erkeğe ona her şeyin hakkı olduğunu öğretiyoruz, kadına da sorumluluğu… Kadına hep kendini koruması gerektiğini öğretiyoruz ama erkeğe bir kadına nasıl davranması gerektiğini öğretmek aklımıza nedense gelmiyor. Kadının erkeğe saygı göstermesini bekliyoruz ama bir erkeğin bir kadına saygı göstermesini hoş karşılamıyoruz. Kadına susmayı, saygı göstermeyi, hizmet etmeyi, hayattan bir şey beklememeyi öğreterek onları ruhsuz bedenlere dönüştürüyoruz. Bile isteye yapıyoruz bunu. Kadının da bir insan olduğunu, duygularının, ümitlerinin, beklentilerinin, hatta bir kalbinin olduğunu unutarak yapıyoruz, yaptırıyoruz. Bu nedenle de asırlar önce inanılan çağ dışı, cinsiyetçi düşüncelerin pençesinden kurtulamıyoruz. Asırlar boyu sırtımızda ağırlık olarak taşıdığımız bu çağ dışı kültürleri bir kenara bırakıp yolumuza devam edebilirsek ancak kadının da erkeğin de “insan” gibi değer görüp özgürce ve kendileri gibi yaşayabildikleri bir dünya yaratabiliriz. Adichie’nin de dediği gibi:
“Kültür insanları oluşturmaz. İnsanlar kültürü oluşturur. Eğer kadınların tam olarak insan olması kültürümüzde yoksa kültürümüzü değiştirmeliyiz, bunu kültürümüz haline getirmeliyiz.”
Bir gün, kadın-erkek herkesin eşit olduğu, saygı ve değer görebildiği bir dünyada yaşamak dileğiyle…
Yazan : Elif Burcu Ulun